Şubat 17, 2006

Misyonerlik ve Protestan İslam Algısı

Doç. Dr. Bülent Özdemir (Balıkesir Üniversitesi)


Geçen hafta bazı Müslüman kadınların erkeklerle birlikte başı açık namaz kılmaları haberi üzerine başlayan tartışmalar Protestan İslam ya da İslam’da reform tartışmalarını da beraberinde getirmişti. Günümüzde gayet samimi bir şekilde kendilerini Müslüman olarak nitelendiren bu insanların İslam algısı ve anlayışlarının hangi süzgeçten geçtikten sonra şekillendiğini yine takip eden misyonerlik haberlerinden anlamaya çalıştık. Sağlık Eğitim Vakfı (SEV) gibi kuruluşların Amerikan Board ve Bible House ile olan ilişkisi MİT’in raporuyla da tespit edildi.


Emperyalizm çağı olarak da adlandırılan 19. yüzyıl, misyonerlik faaliyetlerinin de altın çağı olmuştur. Kültürel emperyalizmin önemli bir öğesi hatta taşıyıcısı ve öncüsü olan kilise, devlet aygıtı ve zengin burjuvazinin yayılma taleplerine uygun bir yapılanma içinde dünyanın değişik bölgelerinde faaliyet göstermeye başlamıştır.


19. yüzyıldaki Avrupa zenginliği ve kapital birikimi toplumun diğer kesimleriyle birlikte kiliseyi de zenginleştirmiş ve bununla doğru orantılı bir şekilde emperyalist anlayışın içine dahil etmiştir. Artık Batı ülkelerinin kamuoyunda kilise’nin dünyanın değişik bölgelerindeki faaliyetleri ve başarıları konuşulan ve takip edilen konular olmuştur. Batı medeniyetinin ve dini inancının, dünyanın diğer ilkel toplumlarına da götürülmesi Avrupalı beyaz ırkın ilahi bir görevi olarak algılanmaya başlamıştı.


Bu noktada Osmanlı İmparatorluğu, Batılı misyonerler için uygun bir ortam oluşturmaktaydı. Belki de ilk planda yapılmak istenen Müslümanlar arasında faaliyet göstermek ve onları Hıristiyanlığa davet etmekti. Ancak bunun çok zor olduğunu ve özellikle hem devlet tarafından alınan tedbirlerin hem de İslam dininin sıkı bir şekilde bunu engellediğini gördüklerinde, faaliyetlerini önce Yahudiler ve daha sonra da diğer Hıristiyan gruplar üzerine yoğunlaştırdılar. Yoğun faaliyetler sonrasında Yahudiler arasından bazılarını ikna etmeyi başarmış olsalar da, bu konuda Yahudi din adamlarının aldıkları cemaatten çıkarma ve hapsetmeye kadar varan sıkı tedbirler ve Osmanlı yönetimiyle yaptıkları işbirliği sonucu başarılı olamamışlardır.[1] Dolayısıyla Batılı misyonerler faaliyetlerini doğrudan Doğu Kilisesi içinde yer alan farklı Hıristiyan gruplar üzerine kaydırmışlardır. Osmanlı yönetiminden aldıkları izinler doğrultusunda Ermeniler ve Süryanilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde insani amaçlı okul açmak ve hastane kurmak gibi faaliyetler yapmaya başlamışlardır.


İngiliz ve Amerikalı misyonerlerin Hıristiyanlarla ilk temasları aynı zamanlarda, yani 19. yüzyılın ilk yarısında gerçekleşmiştir. Daha önce Osmanlı İmparatorluğunu çok sayıda İngiliz seyyah ve bilim adamları ziyaret etmişler ve özellikle imparatorlukta yaşayan Hıristiyan halklarla ilgili ilginç bilgiler vermişlerdir. Katolik Roma Kilisesinden farklı olarak ilk faaliyetlere başlayan İngiltere’nin ‘Church Mission Society’ (1789) ve ‘British and Foreign Bible Society’ (1804) oldu. Daha geç tarihlerde kurulmuş olmasına rağmen Amerikan misyonerlik cemiyeti ‘American Board of Commissioners for Foreign Mission’ (1810), aynı tarihlerde imparatorlukta faaliyetlerine başladı.[2] Önce İzmir, sırasıyla 1823’te Beyrut ve 1831’de İstanbul’da misyon temsilcilikleri açıldı.


İnsani yardımlar belki de ilk planda imparatorluktaki Hıristiyanların hoşuna gitmekle birlikte daha sonraları Doğu Hıristiyanlığını parçalamış ve Hıristiyanlar arasında ciddi problemler yaşanmasına neden olmuştur. Gerek Amerikalı ve gerekse İngiliz misyoner kuruluşları 19. yüzyılın başlarında Doğu Hıristiyanlığını keşfettiklerinde çok heyecanlanmışlar ve ilk Hıristiyan olan toplumlardan biri kabul edilen Süryanileri, “medeni Hıristiyanlıkla” tanıştırmak için Protestanlığı vaaz etmişlerdir.[3]


Bu durum, zaman zaman Hıristiyan dini liderlerle, Papa başta olmak üzere Fransa ve Rusya tarafından protesto edilmiştir. Osmanlı yönetimi açıktan yapılan misyonerlik faaliyetlerini denetlemesine rağmen, okul açmak ve hastane kurmak şeklindeki insani faaliyetlere de izin vermiştir. Zaman içinde zararlarını da görmeye başlamış ve imparatorluktaki Hıristiyanlar arasında daha önce olmayan bir tatminsizlik ve baskıcı olduğunu iddia ettikleri kanunlara karşı bir güvensizlik ortaya çıkmaya başlamıştır. Hıristiyan grupların kendi aralarındaki ya da aynı grup içindeki dinsel mücadeleler de artmıştır.


Misyoner okullarının bölgede hizmete başlamaları için bölgesel yöneticiden genelde oradaki misyonda çalışan kişi adına (Amerikalı ya da İngiliz) izin alınması gerekmekteydi. Bu işlemin kolay olmadığı Amerikan misyoner raporlarına yansımış durumdadır. Dolayısıyla, misyon okulu açmanın bir diğer ve daha kolay yolu olarak okulun açılacağı şehirde ya da bölgede yaşayan Protestan cemaatinden ancak Osmanlı tebaası olan kişilerden yararlanılmaktaydı. Bu durumda okul, her ne kadar misyon adına kayıt altına alınmıyor ve resmen Osmanlı devletinin bir okulu sayılıyorsa da, okulun mali kaynağı, çalışma tarzı ve öğretmenleri bölgedeki misyon tarafından belirlenmekteydi.[4] Bu tür okul açma ruhsatlarının bölgesel olarak maarif müdürlüklerinden alınıyor olması ve bölgede daha sonra açılacak yeni okullar için de kullanılıyor olması Osmanlı yönetiminin konuya sıcak baktığını ve bu okullardan tedirgin olmadığını göstermektedir. Hatta okul açma ruhsatının alınamadığı durumlarda bile yerel yöneticilerin bu duruma göz yumduklarını görüyoruz. Örneğin 1902 yılında Trabzon vilayetinde toplam 16 misyon merkezi ve 18 okul vardır. Ancak bunlardan sadece 1866’da ruhsat alan Trabzon merkezdeki iki okulun izinlidir ve geri kalan 16 okulsa ruhsatsız bir şekilde eğitim öğretim faaliyetlerine devam etmektedir. Okullarda görev yapan öğretmenler Amerikalı ve etnik olarak bölgeye göre Ermeni, Süryani ya da Rum’durlar. Okul binalarının daha çok mülk olarak ya misyon merkezine ya da şehirdeki Protestan cemaatine ait olduğunu söyleyebiliriz.


Osmanlı İmparatorluğuna gelen misyonerlerin Hıristiyanlar hakkında, o eski ihtişamlı Doğu Kilisesi mensupları ya da ilk Hıristiyanlar şeklindeki bakış açıları kısa bir süre sonra değişmekteydi. Aziz Atiya’nın deyimiyle; Batılı Protestan Misyonerler “genel olarak eski doğu kiliselerini canlanma umudu olmayan fosiller olarak görmekteydiler.”[5] Özellikle Süryani papazların bazılarının okuma yazma bile bilmemeleri ve Hıristiyanlığın temel konuları ve amentüleri hakkında yeterli bilgiye sahip olmamaları onları şaşırtmış ve üzmüştür. 1892’de Mardin dolaylarını gezen İngiliz Misyoner Parry Tur Abdin civarındaki köylerde ortalama 4 kitap bulunduğunu belirtir. Misyonerlere göre bir Nesturi papazın tüfekler ve silahlarla ilgili bilgisi bir dini doktrinden daha fazladır. Vaazlar nerdeyse tamamen terkedilmiş ve gizemli kutsal olaylar eski inanışlara göre canlı bir şekilde kutlansa da hem papazlar hem de halk için bir anlam ifade etmemeye başlamıştır.[6] Misyonerlerin bu geri kalmış Doğu Hıristiyanlığına yaklaşımları onları eğitmek ve medenileştirmekti belki, ancak yaşadıkları zaman dilimi ve dünya hakkında çok az bilgiye sahip olan ve yıllarca bu bilgiyi elde etmek için lazım olan gazete ve kitap gibi araçlara sahip olmayan bu halk sonsuz derecede güvendikleri misyonerler ne anlatır ve söylerlerse doğru kabul edecekleri de şüphesizdi. Nitekim, Amerikalı misyonerlerin Amerika hakkında halka anlattıkları; Amerika’nın büyük bir ada olduğu ve beş binden başla misyonerin burada bütün zamanını vaaz etmek, ayin yapmak ve oruç tutmakla geçirdiği ve ülkenin Hıristiyanlar tarafından yönetildiği dolayısıyla kötülüklerden ve yolsuzluklardan uzak olduğu hatta dünyanın büyük bir bölümünde Hıristiyan halkların yaşadığı şeklindeydi.[7] Yani Amerika’da kimse golf oynamıyor, viski ve sigara içmiyor, banka soygunları yaşanmıyor ve insanlar kaçırılmıyor ve öldürülmüyordu.


Dünyanın neresinde olursa olsun Hıristiyan misyonerlik çalışmaları, insani amaçlar taşıması ve daha çok her dinin özünde varolan tebliğ inancından kaynaklanmasının yanında, hiç şüphesiz politikaya alet olmuş ya da edilmiş ve yapılan çalışmaların doğası gereği devlet aygıtıyla birlikte çalışmıştır. Bu durum olayların yaşandığı zaman dilimi içinde belki çok fark edilmese de daha sonradan ortaya çıkan sonuçları itibariyle değerlendirildiğinde açıkça görülmektedir. Bütün dünyadaki sömürgecilik yarışının, Avrupalı devletleri çılgın bir şekilde büyük bir savaşa doğru sürüklediği 19. yüzyıl boyunca misyonerlik faaliyetlerinin de doğru orantılı bir şekilde artmış olduğu gerçeği bu faaliyetlerin savaşın başlaması da dahil olmak üzere bütün gelişmelerden sorumlu olabileceği anlamına gelmektedir. Bütün dinlerin gerçek niteliğinin insanlar arasında savaşı ve kargaşayı önleyip barışı ve huzuru getirmek, düşmanlığı ve nefreti kaldırıp, sevgiyi ve hoşgörüyü tesis etmek olduğu ortada olmasına rağmen I. Dünya Savaşında yaşanan olayların sadece emperyalist bir toprak kapma kavgası olmadığına ve dinin bu kutsal ve toplumsal ödevinin tam tersine bir düşünceyle düşmanlıkları körükleyici bir araç ve malzeme yapılması söz konusudur. Bu duruma en güzel örnek, I. Dünya savaşı öncesinde Süryanilerin yaşadıkları bölgelerde faaliyet yapan misyoner kuruluşlarıdır. Özellikle bölgedeki İngiliz misyonerlik faaliyetlerinin politik bir anlayış ve yapılanma içinde olduğu söylenebilir. İngiltere’nin bölgede etkin bir konuma gelmesinde büyük rol oynayan misyonerlik çalışmalarının temelinde, bölgede kendilerine mensup dönme cemaatler oluşturmak değil, dini ve siyasi liderlerle iyi ilişkiler kurmak yatmaktaydı. Örneğin Nesturi Patriği ile en fazla doğrudan ve yakın ilişki kuran misyondu. Çalışmalarının özünü eğitim faaliyetleri oluştursa da, sözlerini geçiremedikleri durumlarda ya da istedikleri gerçekleşmediğinde gıda yardımını kesmek, ilaç vermemek ya da bazı Kürt aşiretlerini Nesturilerin üzerine kışkırtmak gibi tedbirlere başvurabiliyorlardı.[8]


1917’de savaşa İtilaf Devletleri saflarında katılan Amerika Birleşik Devletleri, misyoner örgütlerin Amerikan Hükümetine yaptıkları baskılar sonucu, Osmanlı Devletine doğrudan savaş ilan etmemiş ve İmparatorluktaki diplomatik faaliyetlerin yanı sıra misyonerlik faaliyetleri ve varlıkları da zarar görmemişti. I. Dünya Savaşı sonrası yeni Türk Cumhuriyetinin kurulmasıyla birlikte plan ve hedeflerini tekrar gözden geçiren Amerikan misyoner teşkilatları, bundan böyle mevcut okullarda özellikle yeni devletin entelektüel kadrolarının yetiştirilmesi üzerinde yoğunlaşacaklardı.


Kaynaklar:

[1] Hayyim J. Cohen, The Jews of the Middle East, 1860-1972, (Jerusalem: Keter Press, 1973) s. 167.
[2] Burchard Brentjes, The Armenians, Assyrians and Kurds: Three Nations, One Fate, (Campbell: Rishi Publications, 1997) s. 55.
[3] Salahi R. Sonyel, The Assyrians of Turkey: Victims of Major Power Policy, (Ankara: TTK Yayınları, 2001) s. 25.
[4] NARA, T568, Roll 2, Vol 2, Bergholz to Hill, Erzurum, 21 April 1902.
[5] Aziz S. Atiya, Doğu Hıristiyanlığı Tarihi, (İstanbul: Doz Yayınları, 2005) s. 244.
[6] F. N. Heazell and Mrs. Margoliouth (Ed.), Kürds and Christians, (London, 1913) s. 13.
[7] W. C. Emhardt and G. M. Lamsa, The Oldest Christian People, (New York: The Macmillan Company, 1926) s. 83.
[8] Matfiyef, Asurlar ve Modern Çağda Asur Sorunu, (İstanbul: Kaynak Yayınları, 1996) s. 68.

5 yorum:

Adsız dedi ki...

Merhaba:
Benim blog'umda dahil olmak üzere, ortalıktaki sıradan bloglardan sonra sizinkini tamamen şans eseri blog kardeşliği kutusu yönlendirmesi ile buldum ve açıkcası oldukça hoşuma gitti.Konuları bakış açısı ve çizgisi olarak epey düzeyli, Tebrik ederim yapılmayanı yapmışsınız en azından benim gördüğüm açıdan. Bu durumda bir anlamda sizi sobelemiş oldum bu mecrada. Eğer sizin için mahsuru yoksa blog'umda sizide paslayabilir miyim verdiğim adresler içerisinde?

Can UGUR dedi ki...

değerli mada
size de "tarihci gözüyle" olayları gösterebildiysek ne mutlu bize. birbirinden değerli uzmanlara ve doktorlara doçentlere borçluyuz "sobelenmeyi". teşekkür ederim. benim için bir onurdur sizin sayfanızda tavsiye edilmek.
yorumlarınızı bekliyor size de başarılar diliyorum.
can ugur

Adsız dedi ki...

Tebrik ederim çok faydalandım bu yazınızdan...

Adsız dedi ki...

belcikadan selamlar

ben LALE
fransayi protesto amacli bir cümlecik de olsa destege ihtiyacim var, ister ingilizce ister fransizca. cok tesekkürler

http://laracroft3.skynetblogs.be

Adsız dedi ki...

mit inde haberi olan bir konuda neden bir müdahale söz konusu olamıyor eğer oluyorsa neden kamu oyunun haber olmuyor halkın bu konuda haberdar olması hem güven hemde istikrarın varlığının oluşuna güveni olması gerekiyor diye düşünğyorum